İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü operasyonlar Filistinlilere destek verenler ve bazı uluslararası insan hakları örgütleri tarafından “savaş suçları”, “etnik temizlik” ve “soykırım” ifadeleriyle nitelendirilirken, Arap rejimlerinin Filistin davasına yönelik tutumu eleştiriliyor.
Arapların tutumu birkaç kritik soru etrafında tartışılıyor: Emir ve şeyhlerin tepkileri sadece halkların öfkesini yatıştırmaya mı yönelik? Her şey gürültüden mi ibaret?
Batı ile iyi ilişkiler içindeki petrol ve doğalgaz zengini Körfez ülkeleri neden ağırlık koyamıyor? Yetersiz tepkinin ya da tepkisizliğin arkasında ne var?
Müslüman Kardeşlerin temsil ettiği siyasal İslam’ın Arap rejimleri için oluşturduğu tehdide bağlı olarak, Hamas’ın belini kırmaya yönelik her tür operasyon, bu rejimlerin işlerine mi geliyor?
Sonuncu soruya İsrail İstihbarat Bakanlığı’nın 13 Ekim’de hükümete sunduğu yol haritasındaki tespitler biraz ışık tutuyor.
10 sayfalık belgede Gazze’deki Filistinlilerin Sina Yarımadası’na sürülmesi en iyi seçenek olarak sunuluyor. Mültecilerin bir kısmını ülkelerine almaları, yerinden edilen insanlar için Mısır’da kurulacak şehirlere mali destek sağlamaları, bunun “Müslüman dayanışması” olarak yürütülmesi konusunda İslam ülkelerine baskı yapılması tavsiye ediliyor.
“Müslüman Kardeşlere vurulacak ağır darbe nedeniyle böyle bir operasyonun Körfez ülkeleri tarafından destekleneceğini varsaymak makul” deniliyor.
Ayrıca İsrail’in Hamas’a karşı net bir zafer kazanmasının Suudilerin çıkarına olduğu belirtiliyor. Hamas’ın hem Müslüman Kardeşlerin uzantısı olması hem de İran’ın başını çektiği eksenle çalışıyor olması, öteden beri Arap rejimlerinde öfke nedeni.
İsrail, Hamas’a karşı Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi’ni öne çıkarıyor.
SUUDİ ARABİSTAN
Filistin’deki çözümsüzlüğe rağmen İsrail’le el sıkışan ya da bu adımı atmak üzere olan devletlerin gözünde Hamas, 7 Ekim saldırılarıyla Abraham Anlaşmalarını sabote etti.
ABD Başkan Joe Biden da, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’la görüşmesi sonrası Amerikan CBS televizyonuna “Hamas’ın İsrail’e saldırmasının nedenlerinden biri, Suudilerle masaya oturacağımı bilmeleriydi Suudiler, İsrail’i tanımak istedi” dedi.
Sadece Hamas değil diğer Filistinli örgütler de, “75 yıllık işgalin ve sömürgeciliğin” şekillendirdiği Filistin sorununu asıl bağlamlarından koparıp “ekonomik barış” adıyla yeni bir siyasal realite yaratılmasını tehlikeli buluyor.
Suudilerin de İsrail ile normalleşmenin eşiğine gelmesi, daha önce bu adımı atanların toplamından daha fazla kaygı nedeni.
Suudi Arabistan, 2002’de Filistin devletinin kurulmasına karşılık, Arap Birliği’nin İsrail’i tanımasını öngören Arap Barış Girişimi’ne öncülük etmişti.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Sudan ve Fas’ın Abraham Anlaşmalarına dahil olmasının ardından, Suudi Arabistan’ın da İsrail ile müzakere sürecine girmesi Suudilerin kendi girişimlerine ihanet olarak değerlendirildi.
Hem Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne çelme takmak hem de Arap-İsrail normalleşmesini güçlendirmek üzere geliştirilen koridor projesi, özünde Filistin davasını baltalamaya yönelik stratejiyi tahkim ediyor. Enerji hatlarını da içeren proje, Hindistan’dan başlayıp Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail’den Avrupa’ya geçmeyi öngörüyor.
Suudi Arabistan bir heyecanın tam ortasında İsrail-Hamas savaşına yakalandı: Ya İsrail-ABD ikilisiyle müzakerelerden çekilecek ya da fırtınanın geçmesini bekleyecek.
Fakat bu arada Hamas’tan sonra Gazze’nin ne olacağına dair senaryolarda Suudi Arabistan ve Abraham Anlaşmalarına imza atmış ülkelere bazı görevlerin verildiği yolunda şüpheler var.
Senaryolardan biri, bu ülkelerin Hamas’tan sonra Gazze’yi kontrol edecek uluslararası güçte yer almasını içeriyor. Gazze’deki tablo ağırlaşırsa, Arapların 7 Ekim öncesi normalleşme rotasında ilerlemeleri güçleşebilir.
ABD bu süreçte Riyad’ın müzakerelerden çekilmemesi için seferber oldu. Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın temaslarına ek olarak Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham başkanlığında Kongre Dış İlişkiler, Silahlı Hizmetler ve Ödenek Komiteleri üyelerinden oluşan bir heyet Riyad’a gitti.
Suudi Arabistan Savunma Bakanı Halid bin Selman da Washington’da temaslarda bulundu. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü John Kirby’ye göre, savaş bittikten sonra İsrail ile normalleşme sürecini sürdürme konusunda Riyad’dan güvence alındı.
Suudiler normalleşmeden söz edilince, İsrail ve Filistin arasında kalıcı barışın önemini de vurguluyor. Fakat bu daha çok Arapları teskin etmeye dönük bir taktik gibi duruyor.
Suudilerin elindeki kartlara ne oldu, Kral Faysal’ın kaderi hala bir kabus mu?
Arap dünyasında petrol ve doğalgazın Batılı müttefikler üzerindeki caydırıcılığı bir kart olarak asla gündeme gelmiyor.
Artık Arap siyasi haritasında, 1973’teki restleşmeye benzer bir çıkış yapacak lider yok. Kral Faysal’dan kalan hatıralar, bugünün liderlerinin üzerinde bir hayalet gibi geziniyor olabilir.
Kral Faysal; Kudüs için hassasiyet gösteren, 1969’da Mescid-i Aksa ateşe verildiğinde cihat çağrısı yapan, petrolü siyasi bir kaldıraca dönüştürmek için Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği (OAPEC) ile İslam Konferansı Örgütü’nün kuruluşuna öncülük etmişti. 1945’ten itibaren Suudi Arabistan’ın ABD ile ortaklığının temelindeki petrol-dolar-güvenlik ilişkisinin getirdiği yumuşak diplomasinin Araplar aleyhine işlediğini düşünüyordu.
1973’teki Yom Kippur Savaşı sırasında Mısır ve Suriye ile dayanışma için İsrail’i destekleyen ülkelere karşı OAPEC’ten ambargo kararı çıkarttı. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ambargoyu bitirmezse Aramco’nun tesislerini bombalamakla tehdit etmiş ve Faysal’dan “Biz hurma ve deve sütü ile ayakta kalırız ama siz petrolsüz yaşayamazsınız” yanıtını almıştı.
İki yıl sonra Kral, ABD’den dönen yeğeni Prens Musaid tarafından öldürüldü. Musaid’in suikastı CIA ve MOSSAD’ın yönlendirmesiyle düzenlediğine ilişkin komplo teorileri ve iddialar sık sık basına yansıdı.
Kral Faysal’ın öldürülmesinden sonra “Amerikan hassasiyetleri”, Suudi Arabistan’ın izlediği dış politikanın merkezine oturdu. Son dönemde ABD ile sıkıntılar yaşayan, bu yüzden Çin’le ilişkileri ilerletip Rusya’yı kollayan Suudi yönetimi, hazır Amerikan tarafı Riyad’ı kazanmak için ciddi müzakerelere girmişken tılsımın bozulmasını istemiyor. Fakat Suudiler, çaresizlik hissine kapılan halkların kabaran öfkesini yatıştırmak ve Arap Birliği’ndeki liderlik iddiasını korumak için de İsrail’e karşı Filistin’den yana görüntü vermek durumunda kalıyorlar.
BAE
İsrail’le normalleşme sürecine girmiş ülkeler, Gazze için seslerini yükseltseler de İsrail’e güçlü destek veren ABD’yi hedef almamaya çalışıyor. Herkesin dikkat kesildiği ülke BAE. Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nde geçici üye olarak hem Hamas’ı kınayıp hem İsrail’e yüklenen hem de ateşkes için diplomasi yürüten BAE, yine de Abraham Anlaşmalarına sadık. İsrail İstihbarat Bakanlığı’nın belgesinde, Hamas sonrası Gazze için öngörülen seçeneklerden birinde BAE tarzı İslamcı olmayan bir modelin dile getirilmesi, Emirliklere verilen önemin altını çiziyor.
BAE ve Suudi Arabistan bağlantılı gazeteler, Gazze’deki duruma ilgisiz kalamasalar da Hamas’ı “Filistin’i ateşe atmakla” suçlayan, ikinci cephe açılması halinde Lübnan’ın yüzleşeceği felakete dikkat çeken, Hamas-Hizbullah arasındaki “fitne” potansiyeline geniş yer veren ve İran’ın tutumuna odaklanan yayınlara ağırlık veriyor. Abraham Anlaşmaları ile İsrail’i tanıyan Bahreyn ise artan baskılar karşısında saldırıların 27. gününde elçisini çekmeye ve ticari ilişkileri askıya almaya karar verdi.
Müslüman Kardeşlere desteği nedeniyle birkaç yıl komşularının hışmına uğrayan Katar ise Hamas’ın siyasi kanadına ev sahipliği yaptığı için mercek altında. Fakat Katar, Hamas ile İsrail arasında aracılık etmek ve İsrail’in yıktığı yerleri yeniden inşa etmek gibi çift yönlü işlevselliği nedeniyle dokunulmazlığını koruyor.
Çatışma dönemlerinde üslendiği bu rol ile Arap tutumunu etki kapasitesi doğru orantılı değil.
Mısır
Arap Birliği’nin yöneliminde belirleyici konumunu muhafaza eden Suudi Arabistan’ın tutumu bir yana, İsrail’le çatışma geçmişi olan üç ülkenin tutumu önemli: Mısır, Ürdün ve Suriye. İsrail’le 1979’da Camp David Anlaşması’yla barışan ve önceki çatışmalarda da arabuluculuk rolünü üstlenen Mısır özellikle Gazze’de yaşananlar nedeniyle zor günlerden geçiyor.
Gazze’deki Filistinlilerin Sina Çölü’ne sürülmesi planına direnen Kahire yönetimi, bu seçeneğin Mısır’ı direnişin yeni üssüne, haliyle İsrail’in de hedefine dönüştürebileceğini düşünüyor. Mısır ayrıca hem 2013’te darbeyle yönetimine son verilen Müslüman Kardeşlerin tetiklenmesinin yanı sıra istikrarın zor sağlandığı Sina Yarımadası’nda selefî-cihadî oluşumların palazlanmasından korkuyor. İsrail’in bir an önce durması, Mısır’ın kendi iç güvenliği için de hayati önemde.
Seçimler yaklaşırken kamuoyunun duyarlılığını da dikkate alması gereken Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi, Kahire’de 34 ülke temsilcisinin katıldığı zirvede ateşkes için baskı oluşturmayı umdu, ama başarılı olamadı. Mısır lideri, 15 Ekim’de Blinken ile görüşmesinde beklenmedik bir sertlikte, Hamas’ın 7 Ekim’de düzenlediği saldırıların Filistin sorununa siyasi çözüm bulunamamasının sonucu olduğunu söyledi.
Mısır Başbakanı Mustafa Medbuli de Sina planına karşı, “Buradaki her kum tanesi için milyonlarca canı feda etmeye hazırız. Dayatmaya izin vermeyeceğiz” dedi.
Ürdün
1994’de Vadi Araba Anlaşması ile İsrail’i tanıyan Ürdün ise Batı Şeria’yla bağlantısı ve nüfusunun büyük çoğunluğunun Filistinli olması nedeniyle diken üstünde.
Filistinli nüfusun “patlaması”, Ürdün’ün aklından çıkarma lüksünün olmadığı bir ihtimal. Amman yönetimi Gazze’nin “Mısır’ın üzerine yıkılması” halinde, Batı Şeria’daki Filistinlilerin de Ürdün’e göç ettirilmesi planının devreye sokulmasından korkuyor.
Ürdün, Filistinlilerle çatışmaların yaşandığı 1970’deki Kara Cuma’nın tekrarından kaygılı. İsrail’le barışı, Batı ile de iyi ilişkileri temin eden Vadi Araba Anlaşması’nın öncesine dönmek istemiyor.
Gazze’de çatışmalar uzadıkça Kral Abdullah’ın sarayında rahat uyuması zor. Ürdün diplomasisi alışılmışın dışında sertleşti. Kral Abdullah, Gazze’deki El-Ehli Hastanesi’nin bombalanması üzerine Amman’da Biden, Sisi ve Abbas’ın katılımıyla yapılması planlanan zirveyi iptal etti.
Batı yardımlarına bağımlı Ürdün’ün bu tepkisi, yaşadığı kâbusun boyutunu anlatıyor. Kral Abdullah, “Filistinlilerin yaşamı İsraillilerinki kadar değerlidir” dedi. Kraliçe Rania da CNN’e demecinde, “Batı’nın neden Filistinlilerin direniş hakkını değil de İsrail’in sözde meşru müdafaa hakkını desteklediğini” sorguladı. Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarıyla ilgili meşru müdafaa söylemine de meydan okudu:
“Biri işgalci, biri işgal edilmiş; birinin ordusu var -dünyanın en güçlülerinden biri-, diğerinin ise ordusu yok. Yani buradaki simetri yanlış.”
ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ni tıkaması üzerine ateşkes çağrısının BM Genel Kurulu’ndan geçirilmesi de Ürdün’ün girişimleri sayesinde oldu. Ürdün çatışmaların 26. gününde, saldırılar durana dek Tel Aviv büyükelçisini geri çektiğini ve ülkesine dönen İsrail’in Amman büyükelçisini de kabul etmeyeceğini duyurdu.
Suriye
Suriye, 1967’den bu yana işgal altındaki Golan Tepeleri nedeniyle İsrail’le teknik olarak savaşta. Suriye kendi içindeki çatışmalar nedeniyle yeni bir savaşı kaldırabilecek durumda değil. İsrail’in Şam ve Halep havaalanlarına yönelik saldırılarına yanıt veremiyor. Fakat devlet dışı aktörlerin Golan tarafından İsrail’e cephe açma ihtimali var.
Özellikle Şam’la ilişkileri normalleştiren Arap ülkeleri üzerinden Esad yönetimine baskı uygulama girişimleri sürüyor. İran destekli milis güçlerine izin verilmemesi isteniyor.
Şebaa Çiftlikleri’ndeki işgal nedeniyle aynı durumda olan Lübnan ise Hizbullah’ın ikinci cephe açma ihtimali yüzünden gerilmiş durumda. Lübnan hükümetinin gidişatı tayin etme gücü yok.
Siyasal harita değişirken Filistin davası geriliyor
Geçmişte İsrail’e çok sert tepkilerin geldiği ülkelerdeki siyasal değişimler Filistin davasına desteği de aşındırdı.
CEZAYİR: Öteden beri Filistin konusunda en net tavır sergileyen ülkelerin başında geliyor. Ama Filistin’e desteği Arap tutumunu belirlemede artık yetersiz.
IRAK: Saddam Hüseyin sonrası bölünmüş ülke siyasetinde Şii partiler İsrail’e karşı çatışmacı bir tavır sergiliyor. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde ise tepkiler Filistin’e destekleyen ve İsrail’i kayıran çizgiler arasında farklılaşıyor. Bu bölünmüşlük içinde tutarlı bir devlet tutumu şekillenemiyor.
LİBYA: Muammer Kaddafi dönemindeki netliğini çoktan kaybetti. Kısa süre öncesine dek, ABD’nin desteğini garantilemeye çalışan rakip liderler İsrail’le gizlice flört ediyordu. Mevcut haliyle ciddiye alınma şansı yok.
SUDAN: Geçmişte Filistin konusundaki duruşuyla öne çıkmıştı. Ülkenin yeni aktörleri Batı ile yeni sayfa açtı, İsrail’le normalleşme de adeta bir diyet gibi araya sokuldu. Şimdi iç savaşla boğuşurken Filistin’e bakacak halde değil.
Bölünmüşlük ortak tutuma izin vermiyor, caydırıcı tekil tepki de yok
Genel olarak çatışmaların uzaması halinde hem bölgesel savaştan hem de Arap Baharı benzeri yeni bir öfke patlamasından korkuluyor.
Körfez’de Tahran’la ilişkileri normalleştiren ülkeler, özellikle İran’ı içine alacak bir yangının kendilerini de yakacağı ihtimalini dışlamıyor.
Kitlelerin kızgınlığı karşısında meşruiyet krizi riski de var. Haliyle Arap rejimlerinin sessiz kalması ya da ikinci Nakba’ya (felaket) razı gelmeleri mümkün gözükmüyor. Ortaklık beklenen Suudi Arabistan, sürgün adresi olarak Sina’nın öne sürülmesine direnen Mısır’a arka çıkıyor.
Gazze sürekli bombalanırken, hiçbir Arap rejimi İsrail’le ortaklık görüntüsünü göze alamayabilir. Fakat İsrail’le el sıkışan ülkeler U-dönüşü yapamadıkları gibi, normalleşme görüşmelerini rafa kaldıranlar da dönüş yolunu tamamen tıkamıyor.
ABD, Abraham Anlaşmalarının geleceğinden emin olmak istiyor ve verilen tepkilerin dozu, Washington’un endişelenmesini gerektirmiyor.
Bunun ötesinde Arap ülkeleri arasında İsrail ve destekçilerini zorlayacak düzeyde bir tepki, yaptırım ya da başka tür bir seferberlik henüz gelişmedi.
Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı, caydırıcı nitelikte bir tepki organize edemedi.
Gazze’deki gidişata göre tepkilerin boyutu değişebilir ama 1973’teki gibi bir Arap tavrı ufukta gözükmüyor.